Ayşe Şasa, 1941 yılında İstanbul’da, Cumhuriyet’in seçkin çevrelerine mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Batı kültürüyle biçimlenmiş bir ortamda büyüdü. Fransız Lisesi’nde ve ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde aldığı eğitim, onun entelektüel gelişimini şekillendirse de iç dünyasında derin bir çatışmayı besledi. Bu çelişki, zamanla sadece düşünsel değil, ruhsal bir krize dönüştü.
1960’lı ve 70’li yıllarda Türk sinemasının önemli senaristlerinden biri olarak tanındı. Lütfi Akad, Atıf Yılmaz gibi yönetmenlerle çalıştı; “Ah Güzel İstanbul”, “Utanç”, “Gramofon Avrat” gibi filmlerin senaryolarına imza attı. Ancak bu başarıların ardında giderek büyüyen bir boşluk vardı. Genç yaşta şizofreni teşhisi kondu. On yıl süren buhranlı bir dönem başladı; dünyadan kopuş, içe çekilme, kimlik arayışı…
Bu çöküş dönemi, aynı zamanda onun yeniden doğuşunun başlangıcıydı. Ayşe Şasa, bu süreçte Batı merkezli yaşam biçimini sorguladı ve geleneksel İslam düşüncesine yöneldi. Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Mevlânâ ve İbn Arabi gibi isimlerle kurduğu entelektüel bağ; onun dünyaya bakışını tamamen dönüştürdü. “Delilik Ülkesinden Notlar” adlı eseri, hem hastalığın içinden geçen bir ruhun hikâyesi hem de modern insanın yabancılaşmasına karşı bir uyarıdır.
Ayşe Şasa; sinemaya sadece bir anlatı biçimi olarak değil, hakikati aramanın ve aktarmanın bir yolu olarak bakıyordu. “Sinemanın İslami Estetiği” üzerine yazdıkları, bu alanda düşünsel bir derinlik açtı. Şasa’ya göre sinema, hakikatin izini sürebiliyorsa anlamlıydı; aksi halde sadece görüntüden ibaretti.
Kitapları: Şasa’nın “Bir Ruh Macerası”, “Yeşilçam Günlüğü”, Sadık Yalsızuçanlar ve İhsan Kabil ile yazdığı “Düş Gerçeklik Sinema”, “Delilik Ülkesinden Notlar”, “Şebek Romanı”, Ömer Tuğrul İnançer ve Berat Demirci ile kaleme aldığı “Vakte Karşı Sözler” kitapları bulunmaktadır.
Senaryoları: Yazdığı senaryolar ise şöyledir: “Kanayan Bosna”, “Her Gece Bodrum”, “Hiçbir Gece”, “Arkadaşım Şeytan”, “Gramofon Avrat”, “Merdoğlu Ömer Bey”, “Ölmez Ağacı”, “Ve Recep ve Zehra ve Ayşe”, “Hacı Arif Bey”, “Deli Kan”, “Kambur”, “Utanç”, “Cemo”, “Battal Gazi Destanı”, “Unutulan Kadın”, “Güllü”, “Yedi Kocalı Hürmüz”, “Köroğlu”, “Cemile”, “İlk ve Son”, “Harun Reşid’ın Gözdesi”, “Balatlı Arif”, “Kozanoğlu”, “Ah Güzel İstanbul”, “Toprağın Kanı”, “Murat’ın Türküsü”, “Son Kuşlar”, “Çapkın Kız” ve “Dinle Neyden.”
Ayşe Şasa hakkında kim ne diyor?
“Onu tanıyanlar, bir arayışın ve dirilişin şahidi olduklarını söylüyor. Öğrencileri, dostları ve sanat dünyasından isimler; Ayşe Şasa’yı fikirde, duruşta ve teslimiyette bir öncü olarak anlatıyor.
Yapımcı ve yönetmen Murat Pay, Ayşe Şasa’nın hayatına tasavvufun önemli bir yeri olduğunu söyledi. Pay, “Şasa, tasavvufla kurduğu derin ilişki sayesinde hayatında ve düşünce dünyasında köklü bir dönüşüm yaşar. Bir tarikata intisap eder, seyrü sülûk sürecini başlatır. Bu manevi yolculuk, sadece kişisel değil, aynı zamanda entelektüel ve mesleki hayatını da derinden etkiler” dedi.
Şasa’nın kaleme aldığı “Yeşilçam Günlüğü” adlı kitabına da özel olarak değinen Pay, “Yalnızca Türk sinemasının geçirdiği evreleri derinlemesine ele alan bir metin değil; aynı zamanda ıstırap dolu, içsel bir arayışın hikâyesidir. Bu kitapta yer verdiği tartışmalar, resmî Türk sinema tarihinin sınırlarının çok ötesindedir. Âdeta görünmeyen ama varlığı hissedilen bir alternatif tarih anlatısı sunar” ifadelerini kullandı.
“Sinemanın ruhunu yerli ve derinlikli bir anlayışla yeniden inşa etmeye çalışır”
“Senarist kimliğiyle yalnızca sinemanın yaratıcı tarafında değil, düşünsel zemininde de aktif bir figürdür” diyen Pay, “Türk sinemasının temel problemlerini doğru şekilde tespit eden Şasa, özellikle ‘sinemanın kimliği’, ‘tutarsızlık’, ‘kendini arayan sinema’ gibi meseleleri ön plana çıkarır. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak bu konulara dair kıymetli mukayeseler yapar, çözüm önerileri sunar. Ona göre Türk sinemasının çıkış yolu, tasavvufu merkeze alan bir bakışla mümkündür. Gelenek, ancak tasavvuf süzgecinden geçirilerek anlamlı bir şekilde yorumlanabilir. Şasa, bu düşüncesiyle sinemanın ruhunu yerli ve derinlikli bir anlayışla yeniden inşa etmeye çalışır” değerlendirmesinde bulundu.
Pay’a göre Şasa, “Yeşilçam ümmi bir sinemadır” derken, onun gelenekten beslenen, entelektüel değil ama sezgisel ve yerli bir yapıya sahip olduğunu savunur. “Mahallî geleneğin temelinde, gerçekten çok temsile dayanan bir anlatım vardır” diyerek, sinemamızın özüne dönmesi gerektiğini dile getirir.
Ünlü yapımcı ve yönetmen sözlerini şöyle noktaladı: “Bugün Ayşe Şasa’nın Türk sinema tarihinden dışlanmış olması kabul edilemez. O, yalnızca bir sinema insanı değil; aynı zamanda gelenekle modernlik arasında köprü kurmaya çalışan, kendi iç sancılarıyla bu topraklara ait bir sinema dili üretmeye gayret eden entelektüel bir yolcudur. Tesiri hâlen sürmektedir.”
“Türk sinemasına özgün yaklaşımlar getirmiştir”
Sinema yazarı Tuba Deniz, Ayşe Şasa hakkında şunları söyledi: “Kendisinin yazdıkları ile yaşadıkları arasında her daim ciddi bir etkileşim olmuştur. Yazdığı senaryolar, roman, sinema üzerine makaleleri ile kalıplaşmış bakış açılarını, ezberleri aşmaya dönük sürekli bir çaba içerisine girmiştir. Türk sinemasına getirmiş olduğu özgün yaklaşım ve kuram çalışmalarının yeniden okunması, üzerine düşünülmesi, günümüzde hâlâ benzer sorunlara hapsolmuş film üretiminin kabuklarını kırmak adına değerlendirilmemiş bir potansiyel olarak durmaktadır.”
“İnsanların manevi yönlerini doyurmadığına sıklıkla vurgu yapmıştır”
Doç. Dr. Selami Alan ise Tuba Deniz’in söylediklerine ek olarak Ayşe Şasa’nın romanlarında yaşam öykülerine yer verdiğini ana kahramanları çıkmazda bırakmayıp, onları kurtuluşa erdirmesine vurgu yaptı. Alan, “Ayşe Hanım varoluşunu tamamlamanın ve kurtuluşun yolu olarak ise Allah’a inanmayı gösterir. Şehrin ve sistemin hâkimi olanlar tarafından ne kadar yasaklanırsa yasaklansın, pes etmeyen ve bilincini kaybetmeyen insanların gizli saklı da olsa bir şekilde bu gerçeğe ulaştıklarını, böylece benlik ve kişiliklerini tamamladıklarını ifade eder. Başka bir ifadeyle insanlara baskı ve korkuyla kabul ettirilmek istenen sistemin, onların bedensel ve fiziksel ihtiyaçlarını karşılasa bile ruhsal ve manevi yönlerini doyurmadığını belirtir. Bu noktada romandaki kahramanların modern düzen içinde yalnızlaştıklarını, kaygı yaşadıklarını, özgürlüklerini kaybettiklerini ve bunaldıklarını; bütün bu sorunların çaresini ise inanç ve ibadette bulduklarını vurgular. Dolayısıyla Ayşe Şasa’nın kaleme aldığı ‘Şebek Romanı’nda, kahramanlarının kendi özlerine ulaşma serüvenlerini ele alırken varoluşçuluk felsefesinin izlekleri üzerinden hareket etse bile konuya daha çok dinî ve tasavvufî boyuttan yaklaştığı söylenebilir” ifadelerini kullandı.
Ezcümle; vefat ettiği 16 Haziran 2014’ten bu yana, Ayşe Şasa’nın hayatı ve metinleri daha da fazla kişi tarafından keşfedilmeye devam ediyor. Onun hayatı; krizlerden, çöküşlerden, ama en çok da inançla örülmüş bir arayıştan oluşuyor. Ne bir kahraman ne de bir kurbandı. Hakikatin peşinden gitmeyi göze almış bir ruh olarak yaşadı.
Bu toprakların yetiştirdiği en özgün düşünce insanlarından biri olan Ayşe Şasa’yı, 11. ölüm yıldönümünde rahmetle anıyoruz. Ardında sadece eserler değil, bir hayat sorusu bıraktı: “Gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece görünenin peşinden mi sürükleniyoruz?”
.